İşe gene geç kalmıştım. Sokağa çıktığımda etraf sessizdi. Bakkal kapalıydı. Gazeteler daha gelmemişti. Etrafta kimseyi görmüyordum. Sokağı dönünce bir insana rastladım ve belli ki canhıraş işine koşturuyordu . Sonra sonra başka insanlar da gördüm ve içim rahatladı. Doğru yerdeydim. Fakat ortamda bir gariplik vardı. Bu koşuşturan insanları tanımıyordum. Olağan bir şey. Bu insanlar her gün beraber yürüdüğüm veya yanından geçtiğim insanlardan çok farklıydı. Olası bir Robo-Zombi istilasını düşündüm. Sonrasında bu düşünceyi zihnimden kovdum. Bedenimi omurilik soğanıma emanet etmiştim. Her gün yürüdüğüm yollardan yürümek için beynimi rahatsız etmeye gerek yoktu. Dinlensin zavallı.
Kendimi otobüste buldum. Oldukça boştu bu otobüs. Oturacak yer bulabildim manasında. O da nesi. Bu sabah yıllardır karşılaşmadığım bir türle göz göze geldim. Liseli. Azman gibi bir sürü genç her durakta otobüse doluştu. Belli ki birbirlerini tanıyorlardı. Çiftleşme mevsimindeki geyikler gibi kafa kafaya tokuşturdular. Okula gidenlerin hepsi birbirini tanıyor olmalıydı. (Belki de ortada gizli bir örgüt vardı?) Bana ise otobüsteki insanların bir teki bile tanıdık gelmiyordu. Birini gözüm bir yerden ısırıyormuş gibi geldi ama yok bacağım kaşınmıştı. Hart hurt kaşındım. Başka bir gezegene ya da zaman dilimine fırlamış olabileceğimi düşündüm. Karşımda oturan insanların gözlerinin içine baktım. Hepsi bir şey biliyormuş da bana söylemiyormuş gibiydi. Hiç fire vermediler ve göz temasından kaçındılar. Bir şeyler vardı. Kıllanıyordum. Mutfak robotları ve akıllı telefonlar Beşiktaş'ı ele geçirmiş olabilir miydi? Herkes telefonlarının ekranlarına bakıp gözlerini onlardan ayırmıyordu. Belli ki akıllı telefonlar üzerinden yayınlanan gizli bir bülten vardı ve benim bundan haberim yoktu. Video oyunlar ve filmlerden kendi varlığıma inanamaz olmuştum. Bir nevi ölümsüzüm. Bu yaşa kadar izleyip, oynadığım her şey beni ölümsüz yapmıştı. Kendi hayatımı bir avatar yönetme disiplini ile yürütüyordum. Başka hayatı da yaşayabileceğim düşüncesi doğduğumdan itibaren zihnime yerleşmişti. Tüm o dijital dünya reekarnasyon fikrini bana benimsetmişti. O yüzden akıllı telefonların dünyayı ele geçirebileceği senaryosu mantıklı gelebiliyordu.
Otobüste saati gösteren dijital ekrana baktım. Saati benim telefon saatimden bir saat gerideydi. Yuh koskoca Büyükşehir belediyesinin hatasına bak deyip otobüsten indim. İşe geldim. Henüz benden başka kimse gelmemişti. Güvenliğe şüpheyle yaklaştım ve sordum "herkes nerede?". Daha gelmediler dedi. Hmmm dedim. Şüphem artmıştı. Sonunda o kritik soruyu sordum: "Saat kaç?". Dedi 8:06. Nasıl olur demedim. Ortamdaki gizem artmıştı. Sağı solumu kontrol edip asansöre bindim ve yukarı ofise çıktım. Bilgisayarımı açtım saat 8:10. Güvenlik haklıydı. Sinsi telefonum bana bir oyun oynamıştı. Saati otomatik(?) olarak bir saat ileri alıp bana küçük bir zaman yolculuğu yaşatmıştı. Bildiğin zaman yolculuğu yapmıştım. Ben saat 9'da yaşarken diğer insanlar saat 8'i yaşıyordu. Telefonuma garip bir gülümse ile baktım. Zaman yolculuğu ne acayipmiş lan deyip tuvalete gittim ve yüzüme soğuk su çarptım. Telefonun neden böyle bir oyun oynadığı ise hala gizemini koruyor... Telefonumun bir robot isyanın başlangıcının habercisi olmadığı ne malum.
