28 Haziran 2012 Perşembe

Taş Kayış Makat

Oğlum bir şey biliyonuz da bana mı söylemiyonuz? Yok lan yok kendinize saklayın merak da etmiyorum. Kim kimle dedin? Hadi ya. O kimdi ki lan? Anlıyorum, anlıyorum beklemen doğru tabi. Pardon neyi bekliyordun bu arada? Aynen dediğin gibi çok haklısın. Hangi konudan bahsediyorduk? Telaşa mahal yok. İnsanlık misyonlarımı yerine getiriyorum. Görevlerimi yerine getiriyorum getirmesine ama, bu neden Afyon Cumhuriyet Meydan'ın ortasında, (anarşi meydanı olcak değil ya yarrram) güneşin alnında dal daşak oturduğumu açıklamıyordu. Birazdan Afyon halkı beni linç edecekti fakat ben umursamıyordum. Arada bir enseme konan sineği bile kovalamıyordum. Böyle bir umursamazlıktı benimkisi. Tuhaf bir şekilde de huzurluydum. Gelen geçen şaşırıyordu beni ilk gördüğünde, sonrasında da gözleriyle taşaklarımı tartıyordu. Beğeniliyordu sanırım toplarım. Bana doğrultulan silaha karanfil koymamıştım, ya da kendimi vinçlerin önüne zincirlememiştim. Sosyal mesaj kaygısı olmayan, fevri bir karşı koyuştu benimkisi, ya da ben öyle düşünüyordum. Giyinik bir şekilde, 5 metre arkamda kalan banka oturuyor olsaydım muhtemelen kimselerin bakışlarına maruz kalmayacaktım. Bu banka oturma mevzusunu uzun süre uygulamıştım. Meydanın yakınındaki simitçiden simit ve kayısılı kutu meyvesuyu alıp kemirirdim ara sıra. Benim anadan üryan halimi görenler endişeleniyordu. Benim için gerçekten endişelendiklerini düşünmüyordum. O ufak dünyaları raydan çıkacak diye korkuyorlardı. Ben ahlaklarını bozacaktım, ya da onların isteklerini tetikleyecektim. İstek derken cinsel arzudan bahsetmiyorum. Ayıplanabilecek bir davranışı rahat bir edayla yapma isteğiydi bahsettiğim. Bağırışmalar duymaya başlamıştım. Sesinin tonundan hoşlanmamıştım. Ne dediğini algılamaya hiç mi hiç yeltenmedim. Kızıyordu, beni tartaklamak istiyordu belli ki. Bir süre sonra da beni ittirmeye,oturduğum yerden kaldırmaya çalıştı. Ben kalktım, ama kendi isteğimle kalktım! Koşmaya başladım çünkü evde banyonun musluğu açık kaldı diye hatırlıyordum. Beni linç ederlerse su faturasını kim öderdi?

19 Haziran 2012 Salı

Doğalın dayı oğlunun kayınpapazı

İnsanın bir doğası vardır denir. İnsan doğasına göre doğar, yer, uyur, sıçar, çiftleşir ve ölür. Tüm bunları "doğamıza" uygun olarak yaparız. Peki bu doğala özdeş aromalar nereden çıktı? Gazetelerin, dergilerin sağlık köşesi sürekli bize en doğal(?), en sağlıklı(?) gıdaları, diyetleri önerirken doğa bunun neresinde. Acıkınca yiyeceksin yemesine,mantık basit aslında. Lakin yediğin besin steroidli olunca camış gibi şişiyorsun. Doğala özdeş, organik, gıda boyası, katkısız, doğal katkı maddeleri... İnekleri mısırla ya da öğütülmüş tavuk ölüsüyle besleyip elektronik testereyle kesip bir güzel biftek(ya da kuru köfte yap sen nasıl istersen) yapıyoruz, ve bu bifteği tamamen kimyasal, patlayıp çatlayan gazlı içecekle mideye yolluyoruz. Oğlum bu işte yanlış bir şey var ya la galiba . En nihayetinde bizde doğanın çocuğuyuz android değiliz niye gidip de doğalını yiyemiyoruz da doğala özdeş kardeş pampişini yiyoruz. Big big mac yerken dökülen soğan parçalarıyla köyler, kasabalar doyar bazı bölgelerde, sen hala daha "gelişmiş" yöntemlerle açlığı yeneceğiz yalanına inan. Sizi bizi sikleyen yok arkadaş gözümüzü hırs bürümüş kaşar peyniri diye plastik sandalye bacağı ısırıyoruz. Afrika'daki, Orta Asya'daki adam aç diyorsun. Aç lan tabi, adam üretiyor biz paketliyip 100 misli fiyatına geri satıyoruz. Bırak adam antilop mu avlayacak, bizon mu kesecek, kiev soslu tavuk mu yapacak, deniz börülcesi mi pişirecek rahat bırak da kendi karar versin. İnsan beslenmenin bir yolunu bulur, sen yeter ki ülkende ürettiğin silahları satmak için kaynakları sömürülmüş ve sömürülen ülkede iki dakika savaş çıkması için düşmanlık duygusunu körükleme. Şu veganlara da kılım. Vegan mı artık vejetaryan mı ne sikimse. Mala bağlamış bir şekilde hayvanlar ölmesin onlar da koşabilsin,oynayabilsin derlerken( sözüm meclisten dışarı)(yok lan yok iç-dış), deli gibi zararlı tarım uygulamaları hakkında kayıtsız kalıyorsunuz. Her yıl toprağa bilmem kaç ton ilaç dökülüyor, suni gübre serpiliyor ha bir de üstüne o topraklar kayıp gidiyor. Politikayı falan bir kenara bıraksak günde 3 öğün yemek yiyoruz biz bunun için ne yapacağiz yetkili abi kim dediğinizi duyar gibiyim. Yetkili ağabey sensin yemek yiyen insan.(yemek yediğini biliyorum benden kaçmaz!) Sizi göz göre göre zehirleyen gıdayı almayın abisi. Fakat ne yazık ki sike sike gene yiyeceğiz zehirli gıda=ucuz gıda. Bizi bu tip gıdalar yemeye mahkum eden kişi, kişiler, toplumlar erekte olmuş şeytanın kucağına otursun ve bir sürede kalkmasın. Amin.

13 Haziran 2012 Çarşamba

Başıboşa tasma tak

Evliya Çelebiyi severim fakat arama motoru olarak kullanmak istemem. Ulaştırma bakanı Binali Y. google benzeri e-çelebi isimli bir milli arama motoru projesi başlatmak istiyormuş. Ben E-çelebi'de Charlize Theron aratınca bıyık çizilmiş versiyonuyla karşılaşacağım hissine kapılıyorum ve huzursuz oluyorum. Ya aslında, diğer bir yandan google batının bakış açısına sahip bir arama motoru. Doğunun bakış açısına sahip bir arama motoru hiç fena da olmayabilir. Gerçi Türkiye'nin yapacağı bir arama motoru bana güven vermez gene doğu bakış açısından ziyade yavşak bir arada kalmışlık zihniyeti(doğu-batı, kuzey-güney, edi-büdü) barındırırız gibi geliyor. Eğer biri doğu (doğu ne lan)bakış açısına sahip arama motoru yapacaksa Çin yapsın, Hindistan yapsın ya da Müslüman bir ülke olan Mısır yapsın. Arama motoru, arama motoru diyorum bu arada af buyurun. Arama motorunun ismi de değiştirilip daha efendi bir tanım da bulunur mutlaka. Ne olabilir alternatif ismim. E- mutasıp arama gereci olabilir mesela. Motor ismi kalkar ama bence kesin. Bu arama motoru olayı beni korkuttu açıkçası. Evliya Çelebi asidir gerçi. 4. Murat'a rağmen atlamış zıplamış gezmiş tozmuştur. Oradan oraya sürülmüş, bir çok toprağa ayak basmıştır. Fakat bu başka bir konu. Türkiye'de hayatın her alanında kısıtlandığımı hisseden ben en özgür platform olarak interneti görüyordum. En azından google'ım var. Anarşist, komünist, siyonist, satanist, nihilist, hedonist, faşist, terörist, hümanist tüm kişiler/akımlar hakkında fikir sahibi olabilme ihtimaline bayılıyorum. Beni temsil eden hiç bir politikacı, futbolcu, düşünce adamı olmasa dahi en azından karman çorman bir internetim vardı. Geçen sene internete kota gelecek, sınırlandırma yapılacak olaylarından çok gerilmiştim ve bir hayli (hayli kelimesini de hep samimiyetsiz bulmuşumdur) endişelenmiştim. Gerçi bu endişeler yerini rahatlamaya bırakmış da değil. Yaklaşık 1 sene boyunca Youtube sitesi yasaklanmış bir memlekette yaşamaktan utanç duyuyorum. Youtube'dan sana ne zarar gelecek. Atatürk'ün kaşını gözünü boyayıp hakaret içeren videolar koyduklarını öne sürerek Youtube'u yasaklama yoluna gittiler. Böyle milyonlarca video olsa bile mevcut hükümetin bunu çok umursayacağını sanmam. Bu tip videoları bahane edip Youtube'u kapatmak tamamen bir nabız ölçme seansıydı. Bakalım olcak mı. İçine Atatürk kattık ve tabu oldu. Bu sayede Kemalistler de Youtube olayını fazla kurcalamazlar. Youtube'u kapatma periyotu çok başarılı olmadı sanıyorum çünkü tekrardan erişime açtılar. Tüm bu erişime açma ve erişime kapatma prosedüründe halkın hiç bir katılımının bulunamaması korkunç bir şey. Yarın öbür gün kullandığınız herhangi bir site uydurma bir yasayla engellenebilir. Yasaklamanın sonu yok. Çoluğunun çocuğun girdiği siteleri kontrol etmek isteyen, sınırlamak isteyen anne baba buyursun yasaklasın kendi veletlerine fikir çokluğunu. Fakat bizler milletkefillerin çocuğu değiliz çapsız adamların benim yerime karar vermesine hiç mi hiç ihtiyaç duymuyorum. İnternette bile öyle bir korku psikolojisi yarattılar ki sığır diyeceğim yerde çapsız yazmak zorunda hissediyorum kendimi. Ya da ne biliyim hırt da yazabilirdim çapsız yerine. Bizim manyak bir komşumuz var osuruk sesine bile kapıya geliyor. Hükümet de bir o kadar sabırsız. Farklı düşünceler bastırılmak isteniyor, ucuz, magazinsel medya araçları da lejyonerlik görevlerini yerlerine getiriyorlar. Günlük hayatımızda tüm alanlarımız, saatlerimiz zaten birim birim olarak bölünmüş durumda. En özgür hissettiğimiz alan olan uyduruk evlerimiz de artık şeffaf oda tarzında. Harita şu şekilde, 3 çocuğu yap gocuğu giydir. Kadının kafasını kaşıyacak vakti kalmasın çocuğun kakasıyla, ağlamasıyla eriyip gitsin hayatı. O değil de hükümet prezervatif mı çıkaracak beline kuvvet markalı? Yoksa kime ne kürtaj mevzusundan. Bu işten de biraz mangır kazanıp sonra da ertesi gün hapı üretimine geçebilirler. Tüm bu kürtaj mevzusunun altında bu sebep mi yatıyor acaba. Ya onu bunu bırak da hafız, kadınları ne zaman sünnet etmeye başlıyoruz?

5 Haziran 2012 Salı

Sohbet arası 8-10 film

Bugün biraz vakit buldum ve geçtiğimiz 8-10 günde izlediğim, 8-10 film hakkında, 8-10 cümle yazmak istedim. Misyoner gibi bir dvd dükkanına bulaştım son haftalarda. 2 film alacakken 10 film aldırdı adam bana. Gerçi çok da fena filmler değil sattıkları. Filmlerden birisi "Untouchables". Çocukken Senegal'den Fransa'ya göç etmiş, gettodan bir adam alışılmışın dışında davranışlarıyla sakat ve zengin bir adamın bakıcılığını üstleniyor. "Evet ben bunu yapabilirim, hayat güzel lan aslında, vay anasını bende farklı özelliklerimle başarılı olabilirim" gibi duygulara ihtiyaç duyanlar için 1 saatlik doping etkisine sahip bir film. Güzel ama üzerine çok düşünülüp tartışılacak bir film değil. Diğer yandan, filmde Omar Sy'ın oyunculuğu çok başarılı ki, filmin bu kadar gişe yapmasında temel etken muhtemelen bu oyuncunun performansıdır. Geçen hafta aldığım filmlerden en çok hoşuma gideni polisiye, aksiyon filmi "Headhunter" oldu. Norveç filmiydi sanırsam. Zengin, kompleksli bir iş adamı, güzel karısı ve sanat eseri kaçakçılığı hakkında bir film. Aksiyon filmi dedik ama "kurşundan kaçarım, patlama sahnesine götünü dönerim" tarzında bir film değil. Kısaca, akıllıca bir kurgu ve sürükleyici bir seyir. Kısa zamanda birçok film izleyince, filmin içeriğinden ziyade filmin sonrasında bıraktığı duygu hatırlanıyor. Bu film iyi vakit geçirmek için izlenebilecek bir film. Filmlerden bir tanesi de "Dogtooth".Yunan filmi. Filmin konusu ilginç, deneysel bir senaryoya sahip. Dışarıda olup biten hayata izole bir şekilde yaşayan bir aileyi anlatıyor. Film bir kaç ufak tefek rahatsız edici sahneye sahip. Diğer yandan, ailelerin yetiştirme biçimlerinin çocukların ilerideki yaşantılarına ne kadar etkili olabileceğini görebiliyorsunuz. Bir şeyi hiç bilmezsen o şey senin için hiç bir zaman var olmaz. Filmde, etrafımızdaki insanlardan öğrendiğimiz hareketlere, tavırlara adapte olma özelliğimizin, etrafımızda rol model alacak kimse yok iken nasıl şekillendiğini gözlemleyebilirsiniz. Son olarak da filmde, bizim için iyi olduğu düşünülerek uygulanan yasaların, emirlerin, kuralların ne kadar içi boş ve faydasız olabileceği izlenebilmektedir. İzlediğim bir diğer film "Intacto". Bu filmi daha önce Cnbc-e'de izlemiş olabileceğimi düşündüm ama sanırım izlememişim. Filmde şans eseri hayatta kalan insanların davet edildiği bir "şanslılar kulübü" vardır. Bu kulüp dahilinde büyük kumarlar oynanmaktadır. Oynanan bu oyunlarda büyük bahisler konmaktadır çünkü ne de olsa katılan herkes çok şanslıdır. Oynadıkları oyunlar tuhaf dolayısıyla film de ilgi çekici sahnelere sahip. İzlenebilir. "Gringo" diye bir film izledim. Mel Gibson'ın yeni filmi. Meksika'da küçük bir kasaba gibi işleyen bir hapishaneden bahsediyor. İçinde bakkalı var, pansiyonu var, kerhanesi var. Bir Amerikalı hapishaneye girer ve millete ayar verir. Hikaye kısmıyla klasik bir aksiyon filmi lakin hapishanenin ortamı ilginç. Korku filmi izleme hevesiyle "Woman in black"'i izledik. Bu filmde de hikayenin geçtiği kasabanın ortamı güzel ama kurgu zayıf. Özellikle çığlık atan kara duvaklı hayaleti gösterdiği sahneler filmin korkutuculuğunu, kasvetini dağıtmış. Yani olmamış. Filmde Harry Potter rolünde oynayan çocuk oynuyor. Çocuk dediğime bakmayın, o da büyüdü. Baba rolünde oynuyor. Çocuğu falan var. Perili bir ev var, hayalet var, bacadan fırlayan kuzgunlar var. Çok kötü olmasa da vasat bir korku filmi. Eskilerden bildiğim "It" filmini izledim sonra. Stephen King'in romanından uyarlanan 1991 yapımı film hala rahatsız edici. Fakat bu film çocukken daha bir ürkütücü gelmişti. Gene de güzel hikaye, çok uzun bir film olmasına rağmen izletiyor. Katil bir palyaço var, çocukları öcü olarak korkutuyor. Yüzyıllarca kasabaya musallat olmuş makyajlı öcü hakkında bir film. Danimarkalı yönetmen Las Von Trier'in "Anti-christ"'ini izlemeye yeltendim. Daha önce de izleme çabasında bulunmuştum. Beğenmedim. İçi boş şiddetten, mazoşizmden başka bir şey algılayamadım bu filmde. Bir ilişkide iletişimsizliği anlatmak istemiş yönetmen duyduğuma göre. Ben filmi okuyamadım,bilemedim,hiç mi hiç sevemedim. Diğer yandan, filmde tek beğendim sahne çatılara düşen meşe palamutlarıydı. Ha bir de filmin başında yavaş çekimde oynatılan sahne de farklı bir yorumdu fakat filmin genelinin içi boş geldi. Sonuç olarak, bu film bana ilginç olma peşinde olanların tutunacağı bir dal gibi geldi. Olmamış bir daha çek. Bir de İspanyol bir gerilim filmi izledim "Mientras Duermes". Filmde sapık bir kapıcı var. Çevresindeki insanların mutsuzluğundan mutlu oluyor. Apartmandan bir kıza takıyor ve onun mutsuz olması için elinden geleni ardına koymuyor. Hoş bir gerilim. Yüzüne gülen, arkandan iş çeviren bu kapıcı sürekli gülümseyen bu kızcağızı sinsi sinsi mutsuz etmeye çalışıyor. Filmin senaryosu hoş ama daha güzel de işlenebilirmiş. Tavsiye ederim, izlenir. Yukarıda yazdığım tüm filmleri "Atilla Dorsay" olduğum için değil, fikir alışverişi yapabilmek için yazdım. Çok sağlam gerilim ya da korku filmi izledim diyen varsa çekinmesin haber etsin.