20 Nisan 2013 Cumartesi

Bardak

Siktiğiminin havası bile normallerin altında ben nasıl üste çıkayım. Dostoyevski dahi reklam metni yazarlarına boyun eğiyor be. Ben ne yapayım. Gelecekten geçmişe gelip gidiyoruz. Ayfonlar ile beraber kablolu telefon devrine geri dönüyoruz. Zart zurt şarjı bitiyor. Etraf kötü çocuk olamayan iyi çocuklarla dolu. Belki de kökten hepimiz kötüyüz. Şarabın romantik ve sofistike imajına sığınıp kibar kadehimi yemek boruma gömüyorum.

Şehrin silueti hamur işi yemekten uçamayan martılar ve insan artığı yemeklerle beslenen hantal köpeklerle dolu. Bugün arzulanan sahnelerin geçmişteki yansımalarını izliyoruz. Bir yığın tenekeden oluşan şilebin daracık boğazdan geçmesini görmezden geliyoruz. İnşaat halindeki Karaköy'ü de öyle. Tepelere çimento heykeller sıkıştırılmış. Denize karışan mazotla, beyni sarsan motor gürültüsü. Vapur fotoğrafçıları 5 mega piksel telefon kameralarıyla harika martı ve siluet fotoğrafları yakalıyor. En kötüsü de belim feci bir şekilde ağrıyor. Yüzüme çarpan hafif rüzgar ve iş günü gündüz uykusuna yatabilecek olmam yüzümü gülümsetiyor. Peki bu koku nereden geliyor? Tüm bu olumsuzluklar bardakla ilgili. Boş ya da dolu olması. Yavrum şu boşalan bardağımı doldur ve yanıma gel sana bir hikaye anlatacağım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.